Gezi Parkı hadisesi, apolitize olduğu iddia edilen
ve kısmen de doğru tanımlanan 90 kuşağı gençliğinin sayıca çok fazla olmasalar
da oldukça etkili olduğu bir olaylar zinciri. 90 kuşağı bu eylemlerde nicelik
olarak belki çok fazla değildi; ama olayların organizatörleri tarafından planlı
bir şekilde ön plana sürüldü. Öncelikle bu gençlerin yaşam standartlarına,
yetiştirilme tarzlarına bir bakalım sonra neden oltadaki yem olarak bu
gençlerin seçildiğini daha iyi anlayacağız. 90 sonrası gençler (1989 doğumlu
olarak ben de onlardan sayılabilirim J ) eskiye
nazaran çok daha bilinçli aileler tarafından yetiştirildi. Bizden önceki kuşak
için pedagoji, ergen psikolojisi, sınav stresi gibi sonradan üretilmiş şeyler
geçerli değildi. Bizim anne babalarımız eski kuşaklara nazaran en azından lise,
üniversite bitirmiş, geçmiş dönemde yaşanan siyasi olayların hiç olmazsa kıyısından
geçmiş ve en az bir çocuk gelişim kitabı okumuş anne babalar. Ellerinden
geldiği kadar çocuklarını siyasi ortamdan uzak tutup, aman psikolojileri
bozulmasın, aman şu sınavı stressiz atlatsın, aman en iyi eğitimi alsın
derdinde olan ve dünyaya dair, eğitime dair çocuklarından daha fazla bilgiye
sahip anne babalar. Bir taraftan da bizim kuşak evde çocukların hüküm sürdüğü
bir kuşak. Geçmiş dönemlerde eğer üniversite öğrencisiyseniz (hele ki eğitim
seviyesi oldukça düşük bir ailede bunu başardıysanız) anneler için her şeyi siz
bilirdiniz, vardı bir bildiğiniz. Babalar için de eğer babanızla çatışarak bu
başarıyı elde etmediyseniz sonuç aynı olurdu. Eğer babanız sizin üniversite
okumanızı falan istemiyordu da siz yine de bunu başardıysanız resti çekip kendi
başınızın çaresine bakabilirdiniz. Ama 90 kuşağı gençliği için bu geçerli
değil. Çocuklarının bir dediklerini iki etmeyen ailelerin çocuklarıyla
aralarında garip bir bağ var. Her türlü pedagojik, psikolojik, psikiyatrik
desteklerle aşırı özgüven aşılanan bu gençler bir anda parlayıp deli
cesaretiyle her şeyi yapabilecek seviyeye gelebiliyorlar; ama başları sıkıştığı
anda ellerinin tersiyle ittikleri ailelerini yanlarında arıyorlar ve mutlaka
buluyorlar. Nitekim Gezi’de de aynı şey oldu. Bir gece baktık ki anneler de
çocuklarıyla birlikte direniyor. Tek başlarına herhangi bir şeyi başarabilme
cesaretine sahip değiller. Siyaseti ise özellikle uzak durulması gereken bir
şey olarak görüyorlar. Çünkü onlar kapitalizmin her türlü imkânıyla büyümüş
gençler ve daha iyi yaşam standartlarına ulaşmak için siyasete ihtiyaç
duymuyorlar. İhtiyaçları olan her şey zaten ellerinde var. Televizyonla büyümüş
bir nesil. Okumaktan, sorgulamaktan, üretmekten ziyade hazır olanı alıp kabul
etmekten haz eden bir nesil… Bu aslında bu kuşağın özelliklerini net olarak
ifade eden bir cümle… Eski kuşaklar ihtiyaçları olan bilgiye araştırarak,
okuyarak, sorgulayarak kendi çabalarıyla ulaştılar. Bize ise bu bilgi ya
ailelerimiz tarafından hazır olarak sunuldu ya da onu televizyonda izledik, çok
ihtiyaç duyarsak internetten araştırdık. Hep hazır ürünlerle büyüdük. Hazır
makarna, hazır çorba, hazır pasta, hazır bilgi J Kapitalizmin
bütün imkânlarını kullandık. Hazır bulduk, hızlı tükettik ve hemen yenisini
istedik. (90 kuşağının bu özelliği Gezi Parkı olaylarını çığırından çıkaran en
büyük etkendi.) Bir de üstelik neredeyse hayatımızın tamamı boyunca aynı
iktidar tarafından yönetildik. Bunların hepsi bizi apolitik yapmaya yetti de
arttı bile. Bir taraftan da televizyonda izlediğimiz dizilerde ya da sinema
filmlerinde bizden önceki kuşakların siyasi mücadeleleri kahramanlık hikâyeleriyle
anlatıldı. İzledikçe onların kahramanlıklarına özendik ama rahatımızı bozmaya
kıyamadık. Mütedeyyin kesimin Y kuşağı olarak bu konuda biraz daha şanslı
olduğumuzu söyleyebilirim. Çünkü biz 28 Şubat’ı görerek büyüdük. Bizim olmasa
da annelerimizin ablalarımızın başörtüsüne dil uzattılar, okullarımızı
kapattılar, bizi ailece potansiyel terörist ilan ettiler. Böyle bir ortamda
çocuk yaşta da olsak eylemlerden siyasetten uzak kalamadık. Bizim gibi aileler
için Bosna da Çeçenistan da Afganistan da Filistin de bizdendi ve kendi
derdimize ağlarken onlar için de ağlamalıydık. Ama diğerleri için bu çok da
geçerli değildi ve onlar ilk defa kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam
buldular. Hala politize olduklarını düşünmüyorum; çünkü siyaseti iktidara laf
söyleyip, bir iki komik olduğu iddia edilen slogan yazmaktan ibaret sanıyorlar.
Gezi Parkı’nda mütedeyyin kesimin gençleri de yok muydu? Tabii ki vardı ve ben
Ankara’daki ortamı görüp İstanbul’daki bu resmi bir türlü çözemedim. Başörtülü
arkadaşlarımdan da Gezi’de olanlar vardı. Onlar da kendi özgürlükleri için
gitmişlerdi oraya. Ama onların olduğu yerde ben neden yoktum, ya da ben
özgürlük istemiyor muydum? Bunun cevabı oldukça sağduyulu bir ileri görüşe ya
da mantığa sahip olmam değildi tabii ki. İlk günlerde yapılan müdahalelere
karşı çıksam da, Başbakan’a söylemediğim laf kalmasa da “İstanbul’da olsaydım
Gezi Parkı’nda olmazdım” dememin tek nedeni babamın çocukluktan beri ne olursa
olsun küfrün yanında durmamayı öğütlemesiydi. Burada amacım Gezi
Parkı’ndakileri tekfir etmek değil elbette J; ama
bulunduğunuz safta sizinle aynı anda insanlar bütün ahlak sınırlarını
zorlayarak özgürlük talebinde bulunuyorsa sizin o safta durmamanız gerekir. Gezi
Parkı’nı tamamıyla 90 kuşağı oluşturmuyor şüphesiz; ama şu da bir gerçek ki 90
kuşağının tecrübesizliği, apolitikliği ve sahip olduğu kirli bilgi birikimi
kullanılarak bu kuşak kaşındı. Bizim de söyleyecek sözümüz var diye çığlık
attılar; ama söyleyecekleri söz “Slogan bulamadım”dan öte bir şey değildi.
Çocukluktan beri alışageldikleri şekilde kapitalizmin bütün imkânlarını
kullanarak devrime niyetlendiler. Yıllarca televizyonlarda, internet
sitelerinde, sinema salonlarında geçmiş kuşakların efsanevi isimlerinin
kahramanlık (!) hikâyelerini seyredip onlara heveslenen; ama bir türlü uygun
ortamı bulamayan 90 kuşağı gençliğinin gazı alınmış oldu böylece ve artık
onların da bir hikâyesi oldu.
Cuma Günü Uçmayan Kuş
2012 yılından bu sahne. Samet Doğan’ın Cuma Günü Uçmayan Kuş’unu okuyalı epey oldu. Son zamanlarda okuduğum en insani romandı Cuma Günü Uçmayan Kuş. Kitabın yazarını haberlerinden ve sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla, hamasi bir roman olmayacağını, bize bir kahramanlık hikayesi anlatmayacağını biliyordum. Aslında ben kitabı elime aldığımda herhangi bir karakterin üzerinden Suriye’yi okumayı beklemiştim. Ya da yazar, kendi adına başkasını konuşturur diye düşünmüştüm. Ancak kitapta yazarın bizzat kendisiyle karşılaştım. Kitabın insani noktası da işte burada başladı. Yüreğime dokunan elbette Suriye’de yaşananlar, elbette bombalar, kan, toz ve yıkılıp giden hayatlar, hayaller… Ama benim için kitabı insani yapan şey yazarın bütün zaaflarını, doğrularını, yanlışlarını açık yüreklilikle anlatmış olmasıydı. Bir kahramanlık hikayesi beklemiyordum; ama bilmediğimiz bir karakter üzerinden anlatılacak bir hikaye bekliyordum ben. Yazarın kendi hikayesini anlatması benim için hayalkırıklığ
Yorumlar
Yorum Gönder